"Dünyanın başı cefa, sonu yokluktur. Helalinden dolayı hesaba çekilme, haramından dolayı ceza vardır. Onda zengin olan sınanır, fakir olan üzülür. Onunla yarışanı hep geçmiştir o. Onunla görmek isteyenin görmesini sağlar; kim de onu görmek isterse o kişiyi kör eder." Hz. Ali

21 Ekim 2011 Cuma

Tükettiğimiz Şeylerin Kaçı Masum?

Bugün gazetede rastladığım bir haberde yine korkunç bir vahşetin varlığını öğrendim. "Böyle haberlerle o kadar çok karşılaşıyoruz ki artık kanıksadık," demeyelim. Sakın demeyelim, çünkü böyle dediğimiz müddetçe yanlış olan hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Haber şöyle:

"Hayvan hakları savunucularının eline geçen bir videoda kaçak ugg botu üreten bir şebeke, rakun köpeklerinin diri diri yüzerek derilerini çıkarıyor.

Ugg botları normalde Avustralya koyunlarının derilerinden elde ediliyor. Ancak rakun köpeklerinin postu da bu koyunlarınkine benzer. Asya cinsi rakun köpekleri Çin'de korkunç koşullarda çiftliklerde yetiştiriliyor. Sonra da kaçakçılara satılıyor. Uluslararası Şefkat Topluluğu İngiltere temsilcisi Mark Jones, "Rakun köpekleri inanılmaz derecede sürekli olarak eziyete uğruyor. Yavaşça ölüyorlar, vücutları kan içinde kalıyor" diyor."

Çocuklarımızın, gençlerin yüksek meblağlar karşılığı (anne-babanın parasını harcamak kolaydır, biliyorsunuz) aldıkları ve bir sınıfın statü sembolü olarak gördükleri bu çirkin botların arkasında böyle bir gerçek varmış. Daha dün nedense, yine bir statü sembolü olarak görülen ve gençler, daha doğrusu herkes tarafından, giymezsem ölürüm şeklinde görülen nike, adidas gibi ayakkabıların da Asya'da köle gibi kullanılan çocuk işçilerce yapıldığını hatırlayıp üzülmüştüm. Dünyanın dört bir yanı zulüm dolu. Günümüzde kölelik sisteminini , ortadan kalkmış bir şey olarak kabul eden kaçımız bugünün dünyasında sadece varlığı bilinen 27 milyon köle insan olduğundan haberdar? Demem o ki, gördüğümüz her şey aslında görmemiz gereken şeyler değil. Baktığımızda biraz da olayların, kavramların ve nesnelerin ardını görmeye, anlamaya çalışalım. Bu, kalp gözünü yeni fikirlere açmakla, yaşamak için çılgınca tüketmek zorunda değilsin diyen iç sesi dinlemekle olur. Bu olanaksız değil, mümkündür. Sadece vicdanınızı susturmayın!

10 Ekim 2011 Pazartesi

Ofis Sandalyesi! (bilmem ki kaç)

İş hayatı gerçekten de zavallı hayatlarımızın en büyük yalanı bence. Keşke Alfred Marshall toplu iğnenin çok kişiyle daha verimli bir şekilde üretildiğini keşfetmeseydi. İş yaşamının bir saçmalık olduğunu düşünmekten kendimi alamadığım için başka insanların bu konuyla ilgili neler hissettini öğrenmek isteğinden de kendimi alamıyorum. Ekşi sözlükte "iş hayatı" başlığında connect with facebook adlı bir yazar tarafından yazılmış şöyle bir cümleye rastladım:

küçük insanların, büyük gözükmek için; küçük işleri / sorunları / sorumlulukları büyüttükçe büyüttüğü hayat.

Kısa cümleler nedense anlatılmak isteneni hep daha iyi anlatır. Şöyle bir düşünün bakalım. Bu söze hak vermeyeniniz var mı?

Eğer büyük gözükmek için küçük işleri/sorunları/sorumlulukları büyüttükçe büyüten bir küçük insan olsaydım ben hak vermezdim. Ama hayır, bu cümleye noktasına virgülüne varana kadar katılıyorum. İş hayatında, eğer sorunsuz bir şekilde, sessiz sedasız, size verilen işi beklenenden de önce yapıyor, teslim ediyorsanız iyi bilin ki, hiçbir iş yapmıyor sayılırsınız. Ama size verilen iş, 2 ile 3'ü toplamak kadar basit ve yararsız bir iş olsa bile, bunu büyütür, uzatır, fırsat buldukça iş arkadaşlarınıza bu işle ilgili yakınır ve beklenenden daha uzun sürede teslim ederseniz o zaman çok çalışan biri sayılırsınız. İşte bu sebeple ve kısacık hayatımızın uykuda geçmeyen kısmının en verimli ve en büyük kısmını kaplaması, bizi gerçek ve manevi yaşamdan, gerçek üretkenlikten de uzaklaştırması gibi sebeplerle iş hayatı saçmadır. Kendi üretkenliğini, enerjisini kullanıp birilerine faydalı olan ve ticari değer yaratan insanları ise tenzih ederim. Ama çok küçük bir azınlığın eriştiği bu üretkenlik mutluluğunu bir kenara bırakırsanız iş hayatı an-lam-sız-dır. 7 yaşında başlayıp artık neredeyse 30'a merdiven dayadığımız yaşlarda biten, beynimizi gerçek hayatta işe yaramayacak ve geriye gidip de doğruluğunu asla test edemeyeceğimiz bilgilerle doldurma görevi gören ve okul tamamen bittiğinde bize 'artık hiçbir şey okumak ve öğrenmek istemiyorum!' dedirten okul hayatı gibi bizim aciz hayatımızın aldatmacalarından biridir. Burada da belirteyim ki, gerçek öğrenme ve gerçek bilginin önünde saygıyla eğiliyorum. Zaten, bu eğitim sistemine de gerçek öğrenmeyi ve sorgulamayı engelleme amacıyla kasıtlı olarak çıkarıldığına okuduğum, yorumladığım ve şahit olduğum şeylerden sonra emin olduğum için karşıyım.

Nereye bağlayım bu yazının sonunu bilmiyorum ki. Evet, iş hayatı tam bir yaşamı mahvetme aracı, okulda verilen eğitim ise bizi o iş hayatına hazırlayan ve düşünmemizi bloke eden bir kılıf. Biz, birilerinin kurduğu, bizleri yönetmek için uygun gördüğü bir düzenin köleleriyiz. Serbest piyasa denilen şey bir, kişilerin seçim yaptıklarınız zannederek içinde debelenip durdukları bir serbest kölelik sistemi; serbest seçimler (neredeyse) hepsi de aynı amaca hizmet etmek için karşımıza geçip vaatlerde bulunan ve aralarından istediğimizi seçtiğimizi zannettirerek gazımızı alamaya yarayan bir düzen.

Ben diyorum ki, kendi adıma, ben Allah'tan (c.c.) başkasına kölelil etmem. Ben, sadece O'nun kuluyum. Bu düzeni farkındayım ve buna karşıyım. Kimseyi örgütlemek gibi bir amacım yok, örgütleme yeteneğim de yok, blogumda da yalnızım zaten. Ama ben Rabbime sesleniyorum: Ben sadece senin kulunum!

23 Eylül 2011 Cuma

Bir Şeyin İstenince Olması Ne Demek?

'Bir şey çok istediğinde illa ki oluyor' düşüncesi var ya. O düşünce gerçekten doğru. Ama daha sonradan dolandırıcı bir mantığın ürünü olduğu anlaşılan Secret saçmalığı türünden değil. Bir şey istediğinde gerçekten oluyor çünkü, çok istediğin bir şey için fark ederek ya da etmeden çaba sarfediyorsun ve onun olması için gerekli olan yol ne ise o yola giriyorsun. Ben hayatımda bunu çok denedim ve istediğim şeylere eninde sonunda kavuştum. Tabi bunda benim bir hayli alçakgönüllü istekleri olan bir insan olmamın da payı olabilir. Yani hiçbir zaman 40 odalı bir villa ya da son model lüks araba gibi hayallerim olmadı. İyi tasarlanmış bir mutluluk hayaline dayanan bir temeli olmadıkça bu tip maddi şeylerden biraz uzağım. İşin bir diğer yanı, bu isteklerin bazen iyi bazen de kötü sonuçlar doğurması. İşte tam da bu yüzden Allah'tan her zaman hayırlısını istemek gerekiyor. Yıllar yıllar önce, ilk özel TV kanalı zamanlarında izlediğim gerilim filmi Tılsım'da da (ki orjinal adı Wishmaker'dır) isteklerin insanları sürükleyebileceği felaketler konu alınıyordu. Örneğin, mağazada çalışan bir kadın cansız mankenler kadar güzel bir fiziğe sahip olmak istediğini söylüyor ve oluyordu da. Ama gerçekten de bir cansız manken olmak suretiyle. Filmin ardındaki bu düşünce beni çok etkilemişti. Uzun lafın kısası, isteklerimize çok dikkat etmemiz gerekiyor, çünkü oluyorlar.

Ben, içinde bulunduğum bazı durumlar için bir çıkış yolu diledim. Bazı şeyler için sordum; Neden? diye. Neden kendimi aşamıyorum, neden daha huzurlu olmam gerekirken değilim, neden insanlar çoğu kendilerinden başka hiçbir şeyi umursamıyor, neden, neden, neden? Ve yakın zamanda çıktığım yolculukta bazı soruların cevaplarını bulmaya başladım. Kendimi bildim bileli, arkadaşları umarsızca oynayan, şımaran küçük bir çocukken bile kendime sorduğum bazı soruların cevabını almaya başladım. Dünyayı farklı bir gözle görmeye başlamam Rabbim'e yakınlaşmamla oldu. Buna inanmanızı tercih ederim.

Evlenmemle namaz kılmaya başladığımı söylemiştim. İlk başlarda sadece görevimi yerine getiren bir kulken sonra önümde, manevi anlamda, kapılar açıldığını gördüm. Belki de, ruh olarak, düşünce olarak günlük koşturmacaların ötesine bakmaya başlayabilen biri olduğumu fark ettim. Önümde ne kadar çok yol var daha tahmin bile edemiyorum ama bu kadarı için bile binlerce kez şükrediyorum.

Namaz kılmamdan ayrı olarak, yazın bir gününde Internette gezinirken tesadüfen bir blogla karşılaştım. Şu anda ismini vermek istemesem de orada okuduğum ve emsallerine göre çok mantıklı ve dayanaklı olmasıyla öne çıkan bu yazılar içinde yaşadığım dünyada olanlara da farklı gözle bakmaya başlamamı sağladı. Demiştim ya, kimsenin dayattığı düşünce kalıplarıyla yaşamayı sevmem, kalp gözüyle bakmanın esas olduğuna inanırım. Bu cümleleri şimdi böyle dik durarak, kendime güvenerek söyleyebiliyorum ama eskiden sadece hissederdim. İçimde bir his vardı bu dünyada saat gibi sistemli ve planlı olarak bir şeylerin döndüğüne. Artık ne olduğuyla beraber emin oldum. Baktığım, okuduğum haberlerde, çevremdeki yaşamlarda, çıkarılan modalarda gösterileni değil, ardındakini görmeye başladım. Ama istemiştim, yıllarca istemiştim. Sonunda oluyor...

22 Eylül 2011 Perşembe

Yükselmek için Ağırlıkları Atmak (1)

Bu fazlalıkları atma fikri ilk ne zaman ortaya çıktı tam hatırlamıyorum. Ama kafamda ilk belirdiğinde büyük bir coşkuyla onu kucakladığımı hatırlıyorum. Her şeyin üstüste gelip biriktiği, hayatım boyunca yaşamış olduğum ve bir şekilde gözardı ettiğim bazı gerçeklerle yüzyüze kaldığım bir zamandı. Kalbinin sesini dinle derler ya hani. O sözün gerçek anlamını ve doğruluğunu anlamaya başlamamın başlangıcıydı diyelim.

Kalbinin sesini dinlemek, içinde bir şeylerin sana fısıldadığı, bazen çığlık çığlığa bağırdığı ama senin o kalıplarla düşünen aklının inkar ettiği gerçekleri görebilmek demektir. O sesi dinlemek, sana öğretilen / doğru olduğu dayatılan düşünce biçiminden kurtulup başkalarının göremediği gerçekleri görmek ve bunun ağırlığını taşımaya gönüllü olmak demektir. Kalbinin sesini dinlemek, beyninizin önyargılarından arınıp alışkanlıklara sırt çevirdiğinizde toplumun ahlakını kasıtlı olarak bozma amacı taşıdığını açıkca gördüğünüz sözde romantik film ve dizilerdeki gibi eşinizi bırakıp sevgilinizle kaçmak, yengenize ilgi duymak gibi bir şey değildir.
Kalp sesini duymak demek, "Ama İsrail malı da olsa ben onları tüketmeden yaşayamam!" diyen bir mantığa inat, "Ama ben masum bir insanın benim paramla öldürülmesine dayanamam" diyebilmektir. Kalbinin sesini dinlemek, üstü ve eşitleri tarafından sürekli haksızlığa uğratıldığını, yıpratıldığını gördüğünüz bir iş arkadaşınız için tepkileri göze alarak doğruları söyleyebilmektir. Kalbin sesini dinlemek, yerde bulduğunuz bir cüzdanı, "Sen almazsan başkası alacak, zaten bu ay paraya da ihtiyacın var, bu senin hakkın!" diyen beyninize inat alıp o cüzdanı polise götürmektir. Ve içinde bulunduğumuz durumlara bakarsak bu sesi dinlemek, herkesin harcı değildir.
 
Kalbin sesi, nefsin sesine karşıdır. Ve bize mantık, akıl, çağdaş düşünce vb. isimlerle dayatılan her şey de aslında nefsin hizmetkarıdır. Daha, daha, daha fazlasını kazanmalı, olmalı, yapmalı, başarmalı; önümdekilerin hepsini geçmeliyim nidaları arasında bizi koşturan dünya görüşüdür nefis. Burada açmam gereken bir parantez var: Nefsin sesini dinlememek, bir şeyi başarmak için çaba göstermemek değildir. Aksine, doğru koyduğumuz bir hedef için elbette ki çaba gösterip, emek harcayacağız. Ancak bunu dünyada bizim kadar yaşamaya hakkı olan başka insanların üzerine basarak yapmamalıyız. O zaman tüm dünya benim kontrolümde olsun diyerek istediği ülkeyi işgal eden, sivilleri öldürmekte en ufak bir sakınca görmeyen bir çeşit Amerika olmaz mıyız? Parantezi kapamadan önce bir şey eklemek istiyorum: Hayatımda en altından kalkılmaz denilen şeylerin altından, hem fiili hem psikolojik olarak, sadece kendimle yarışarak kalktım. Sadece kendi sınırlarımda elimden gelen emeği sarfederek başardım. Yukarıya çıkmak için kimsenin üzerine basmayı, sadece ben varım, her şey benim hakkım demeyi düşünmedim.Örneğin, okul hayatımda içinden çıkılmaz gibi görünen şeylerin hem altından kalkıp hem de bunu kendimle barışık bir şekilde yaptığım için çok sevmeyenim oldu, nedensiz yere düşmanlık besleyenim çok oldu. Bu kini güdenler işte, beni rakip olarak gören, nefislerinin sesini dinleyenlerdi.
Konu da tam burada şekilleniyor zaten. Sürekli haksızlığa uğrarsanız, sonunda patlarsınız. Bu sabırlı biri için de böyledir, sabırsızı için de. Sadece, olayın oluşu ile patlamanın yaşanması arasındaki süre fark eder. Ben sabırlı biriydim ancak, benim de sabrım bir yerde son bulmuştu. O yerden sonra da birçok şey değilmişti. Artık ağırlıkları atma, kalbimin sesine aykırı olan her şeyden uzaklaşma zamanıydı...

8 Eylül 2011 Perşembe

Neden Çarpık Yapılaşma?


Çiçekleri ve neredeyse çiçekli olan her şeyi çok seviyorum. İki şey arasında tercih yapmam gerekiyorsa ve aralarından biri çiçekliyse, elim hep o çiçekli olana gidiyor. Onların doğanın en güzel süsleri olduğunu düşünüyorum. Hele bir de kır çiçeğiyse bu çiçekler... Binbir çaba, binbir zahmet olmadan kendi çabası, kendi emeğiyle topraktan fışkırıp güzellik saçan kır çiçekleri...

Ben aslında hayatın güzelliklerini seviyorum. Güzelliklere değer vermenin insanın içini de güzelleştirdiğini düşünüyorum. Sakın yanlış anlaşılmayım, hayatın çirkinliklerine asla yüz çevirmiyorum, yaşadığım onca zorluklar ve tattığım onca acı tecrübe varken nasıl böyle düşünebilirim ki? Ben çirkinliklere, kötülüklere yüz çevirmiyor; aksine onların düzeltilmesi gerektiğini düşünüyor ve kendi çapımda bunun için çabalıyorum.

Güzelliklerin insanın iç dünyasını da güzelleştirdiğini düşündüğüm için mesela, şehirlerdeki çarpık yapılaşmaya karşı duruyorum. Tüm binaların birbirleriyle alakasız renk ve biçimlerde çirkinlik abidesi olmak için yarışmalarına anlam veremiyorum. Güzelim ülkemizin güzelim coğrafyası neden bu çirkin binalarla kaplanıyor diye kendime sormadan edemiyorum.

Yazın başında iş nedeniyle Hollanda'ya gitmiştim. Bu benim yurtdışına ilk çıkışımdı. Hiçbir zaman 'Biz Türkler' diye başlayıp, kendi neslini aşağılamakla biten cümleler kurmadım, bununla da gurur duyuyorum. Ülkemdeki bazı kronikleşmiş hatalar canımı çok sıksa da Türk olmaktan hiç gocunmadım ve yurtdışına gittiğimde, sadece bir hafta kalmama rağmen, ülkemi çok özledim. Hollanda, dümdüz, hiçbir engebenin olmadığı, dört bir yanı kanallarla çevrili bir ülke. Kendine ait bir yemeği yok, orada yarı aç dolaşmaya mahkumsunuz. Var olan hızlı yeme tarzı yemekler ise aşırı derecede pahalı. İnekleriyle ve süt ürünleriyle meşhur bir yer olmasına rağmen benim gibi bir peynirin neredeyse her çeşidini seven birine bile hitap eden bir peyniri dahi yok. Bizim basit bir beyaz peyniriminizin Hollanda'nın herhangi bir peynirinden çok daha lezzetli olduğunu iddia edebilirim. Havası çok kötü; sürekli kapalı ve yağmur yağabiliyor. Ayrıca, Haziran ayında bile buz gibi soğuk olmayı başarıyor. Tüm bu saydıklarımla Hollanda, hiçbir iyi özelliği olmayan ama nasılsa sayısız turisti kendine çekebilen bir ülke.

Nasıl mı? Hollanda'da bizdeki gibi biri yeşil, biri pembe, biri de turuncu; biri uzun, biri alçak, biri gökdelen şeklinde binalar yanyana sıralanmıyor. Orada, yüzyıllar öncesinden kalma tuğla kaplı, hepsi aynı yapıda ve hepsi bulunduğu mahallede aynı, bulundukları şehirde ise tamamlayıcı renklerde binalar var. Ayrıca, Hollanda'da tabela asmanın çok yüksek bir vergisi var. Yani, tabela kirliliği de yok.

Küçücük ve bana göre oldukça özelliksiz bir ülke, sadece binalarıyla bir turizm cenneti olmayı başarmış. Tüm kartpostallarında, buzdolabı magnetlerinde, biblolarında bu evlerin izlerine rastlamak mümkün. Korudukları yapıları simgeleri haline getirmişler ve pazarlıyorlar. Bizse, ne yazık ki, güzeller güzeli ülkemizin her tarafını çirkinlikte birbirleriyle yarışan beton yığınlarıyla kaplıyoruz. Göz zevkimizi ve dolayısıyla ruh halimizi bu zevksizliklerin eline bırakıyoruz. Yeşilliklere, Cennet'ten bir köşe gibi duran koylara sınırsızca bina dikmekten zevk alıyoruz ya da buna engel olmuyoruz. Nasıl bir vebaldir bu? Çok çirkin...

6 Eylül 2011 Salı

Bu Aralar Coşuyor İçimde Irmaklar...

Başlık çok mu yapmacık oldu? Yapmacık görünmekten korkarım da ben. Ama gerçekten coşkun ırmaklar doğru anlatıyor içimde olanları. Geçenlerde gittiğimiz ve hayalimizdeki Cennet'e pek benzeyen Yedigöller'deki gibi ırmaklar. Gök ağaç dallarından görünmüyor, yeşil, göller ağaç yansımalarından yeşil, yerler otlardan yeşil... O yeşilliğin içinde köpük köpük çağlayanlar... İşte böyle hissediyorum, ayaklarım biraz kesik yerden. İçimde tuhaf bir mutluluk hissi, sanki aşk gibi. Hani aşk sebepsizce mutlu eder ya insanı. Öyle.
Ben yeni evliyim. 8 ay oldu evleneli. Evlenmeden önce eşim, 'Evlenince namaz kılalım, sen de istekli olursan ikimiz de kılarız,' derdi. Biraz zoruma giderdi açıkcası, beni zorluyormuş gibi gelirdi. Sonuçta ben 'modern,' iyi eğitimli, toplumda belirli bir yeri olan genç bir kadındım. Kalıp değil bunlar, gerçekten de öyleydim. Namaz kılmama çevrem nasıl bakardı? Namaz kılsam günlük faaliyetlerim etkilenmez miydi? Dışarıda kılamazdım ki... Böyle giderdi.

Oysa, küçüklüğümde düzenli de olmasa, kısa bir süre namaz kılmıştım. Sonra bırakmıştım ve namaz kılma dünyası içten içe özendiğim, yapmam gerektiğini aslında fazlasıyla farkında olduğum ama işte kendimi bir türlü dahil edemediğim bir dünya olmuştu.Dünya diyorum çünkü namaz kılmak bir ibadet tabi ki ama ibadetten de fazlası. Namaz kılmak, boşuna "dinin direği" olmayan, sizi alıp başka diyarlara bağlayan bir şey. Allah'ın emrettiği diğer her şey gibi bize faydalı olan ama faydaları tek bir yönle sınırlanamaycak kadar hayatı güzelleştiren bir şey.

Gerekliliğini farkında olsam, isteğe de sahip olsam güzelliklerini o zamanlar böylesine farkında olamadığım namaza yaklaştıran olaylardan biri, iş yerindeki bir arkadaşımın namaz kıldığını öğrenmemdi. Oldukça 'modern' görünen, rahat bir hayat yaşayan bu arkadaşım bir gün öğle yemeğinden dönerken mescide ineceğini söyledi. "Ben ortaokuldan beri kılarım," diye de ekledi. O an kafamda şimşekler çaktı. Böyle görünen bir insan namaz kılıyorsa demek ki ben de kılabilirdim (Şimdi düşününce düşüncelerim tabi anlamsız geliyor, beklediğim zamana hayıflanıyorum ama Allah'a şükrediyorum sonunda doğru yolu bulduğum için)

Derken evlendik. Akşamları yatsı namazını kılmaya başladım önce. Sonra akşamı ekledim. Ardından namaz vakitlerini mutfağımdaki panoya astım, kılamadıklarıma işaret koymaya, onları kaza etmeye başladım. Birkaç ay böyle gittim, ancak sabah namazına kalkmıyor, öğle vakitlerini iş yerinde kılmıyor, evde kaza ediyordum. Bu aralar bunu da aştım, artık sabah namazıma da kalkıyor, öğle namazımı da kılıyorum. Ve bunlar günlük hayatımın işleyişinde hiçbir sorun teşkil etmiyor. Ha bu arada, kendime daha çok güveniyor, daha güçlü ve modern hissediyorum artık. Çünkü, kimse ne der diye bakmıyor, Allah için kendimi yaşıyorum.

Beni çok mutlu etti, ediyor namaz kılmak. Daha önceden kılmıyorken, kılanları bu farzı yerine getirip, bu güzelliği yaşayanları içten içe kıskanıyormuşum belki de. Bilemiyorum. Bu duyguları anlatmak zor, anlattıkça karşısınızdakilerde sizin onu etkilemek istediğiniz gibi bir intiba uyanabilir çünkü. Ben de o yüzden burada yazıyorum, bir de sevgili eşimle paylaşıyorum bu duyguları. Bu yazıyı daha fazla uzatmayayım.

Görüşmek dileğiyle, hoşçakalın.



5 Eylül 2011 Pazartesi

Değişim: Bir Yerden Başlamak Lazım

Saatlerdir uğraştım. Ve sonunda İsrail markalarını içeren bir listeyi derleyebildim. Internette her yerde bu çeşit listeler var ama ben birçok listeyi inceledim, ortak yanları biraraya getirdim, markaların hepsi olmasa da çoğu için araştırma yaptım ve sonunda bu listeye ulaştım. Arada yanlış çıkabilecekler ya da eksiklikler tabi ki olabilir ama bu kadarına bile dikkat etsek hayatımızda ve mazum insanların hayatında öyle çok şey değişir ki.

Liste şöyle:

Gıda Maddeleri
Unilever (Algida, Becel, Ben&Jerrys, Calve, Cartedor, Cornetto, Knorr, Lipton, Magnum, Max, Sana, Rama)

Kent Gıda (Krafts Food Company şirketine bağlı, markaları: First, Falım, Toybox, Bubbaloo, Şıpsevdi, Jelibon, Topitop, Bonibon, Olips, Missbon, Tofita, Poptip, Milka, Toblerone, Jacobs, Maxwell House, Patos, Cipso, Çerezos, Tang, Kent ve Cadburry Çikolataları)

Danone (Danone, Danette, Danino, Activia, Tikveşli yoğurt, Birtat yoğurt)

Frito Lay (Lay’s, Doritos, Cheetos, Ala Turca, Ruffles, Çerezza, Rocco, Tombi)

Sarelle, Sagra, Maggi, Danone, Vivident, Nestle, Nescafe, Nesquik, Nesfit, Mövenpick dondurma, Jacobs, Kitkat, Milka, Milkybar, after eight, Leon, Polo, Aero, Frutips, Milkmaid (Nestle), Crosse&Blackwell, Pringles, Cornflakes, Patos

Temizlik Maddeleri

Unilever (Cif, Domestos, OMO, Rinso, Yumoş, Sunlight Cif)
Protector&Gamble (Ariel, ALO, Ace, Mr. Proper)
Vim, Yumoş, Ballerina

İçecekler

Coca&Cola, Sprite, Fanta, Schweppes, Pepsi, Yedigün, Fruko, Sensun, Tang, Cappy, Frutopia, Turkuaz ‘sofra içeceği,’ Aquafina ‘sofra içeceği,’ Erikli su (Nestle), Nestle Pure Life su, Hayat su, Damla su, Şaşal su, Flora su, Akmina, Mis süt, Gülüm süt, Lipton

Kişisel Bakım Ürünleri ve Makyaj Malzemeleri

Unilever (Axe, Clear, Dove, Elidor, Lifebuoy, Lux, Rexona, Signal, Vaseline)

Johnson&Johnson (Johnson’s Baby, Clean&Clear, Neutrogena, Roc, Listerine, OTC, Carefree)

Protector&Gamble (Pantene, Prima, Uyu&Oyna, Blendax, Recoice, Vicks, Head&Shoulders, Gilette, Koleston, Oral B, New Wave, Max Factor, Olay, Wellaflex)

Loreal (Loreal, Vichy, Kerastase, Lancome,  Helena Rubinstein, La Roche Posay, Garnier, Biotherm, Maybelinne, Clinique, Estee Lauder, Body Shop, Giorgio Armani, Cacharel, Sanoflore, Ralph Lauren, Diesel, Skinceuticals )

Brut, Ipana, Colgate, Revlon, Bobby Brown kozmetik, MAC, Lar Mer, kotex

Basın ve Medya

CNN, CNBC, Time magazine, Life magazine, FOX, Sky, National Geographic, MTV, Nickeledoen, News of the world (UK), the Sun, the Times, Sunday Times, Herald Sun, Independent, Sunday mail, New York Post, Forbes, Star tv network ve daha birçokları (bildiklerimizi yazdım)

Teknoloji

Intel, Cisco, Microsoft, Pentium, IBM, Compaq, Oracle, Packard Bell, 3com, Dell, Lotus, Siemens, icq, AOL Internet, NOKIA, Motorola, Sun Micro Systems, Braun, Duracell, Kodak, General Electric

Giyim

Vakko, Calvin Klein, Polo, Giorgio Armani, Cacharel, Marks&Spencer, Gap, Banana Republic, Tchibo, DKNY, Ralph Lauren, Hugo Boss, Levis, Dockers, Tommy Hilfiger, Timberland

Eğlence

Walt Disney, Disneyland, Eurodisney, Disney Products, ToysRus, Hasbro, Starbucks, MCDONALDS, BURGER KING, Philip&Morris (Marlboro, Parliement, Muratti, Chesterfield, Lark, L&M, Türkü, Bond&Street, Next)

Süpermarket: Carrefour
Benzin: BP Petrol
Bankalar: HSBC, Citibank

Ben artık bu ürünleri almayacağım, yakınlarıma da bu listeyi dağıtacağım. Bir düşünün, tüm bunlar hayatımızı kolaylaştırıyor mu? Yoksa biz mi onların esiri olarak bu markaların hayatını kolaylaştırıyoruz? Ama kalbinizle düşünün, emi...

Bir Şeyler Var Değişmesi Gereken

Bir şeyler var ve biliyorum, değişmeli. Ben bu aralar bir şeyleri değiştirmeye çalışıyorum. Bana göre yanlışlar düzeltilmek içindir ve düzeltilmek için önümüze konulan bu yanlışlar hayatımızın sınavıdır.

Düşünmek insana özgü bir davranış biçimi denir hep. Ama gerçekten mi düşünüyoruz? Kastettiğim, düşündüğümüzde de düşünüyor muyuz? Yoksa birilerince bize dayatılan düşünce kalıplarının içinde gidip geliyor muyuz? Bana göre düşünmek, beyinle değil de kalple yapılır. Çok saçma mı geldi? Bence değil. Beynimiz dayatılanları alır, onları gerçekmiş gibi kabullenir ve güya düşünceleri o dayatılanlara uydurmaya çalışır. Ama kalp öyle değil. Yanlış yorumlamıyorsam, Allahü Teala da bu yüzden "...O kalplerin içindekini bilir" diyor (Hadid - 6, Mülk - 13). Yani bunu kastediyor diye düşünüyorum. Beyinlerin içindekini bilir demiyor, kalpler diyor.

Varmak istediğim nokta şu: Beynimizin oyunlarıyla, kısıtlarıyla, önyargılarıyla değil, kalplerimizin naifliği ve hafifliğiyle görürsek eğer, görecek öyle çok şey var ki. Örneğin beynimizin kısıtlarıyla değil, kalbimizle düşündüğümüzde, kendi dışında kimseyi insan görmeyen, kendi dışında kimseye yaşam hakkı tanımayan İsrail'in mallarını almayabiliriz. Bugün, 2-3 saatimi bu malların protestosuyla ilgili sayfaları araştırmaya verdim. Sonuç mu? Duyarlı bir kesim var. Ama, ben bu markaları kullanmadan yaşayamam ki diyen ve burada herhangi bir sıfatla tanımlamak istemediğim duyarsız, benzerlerine kendi hayatımda da rastladığım, o yüzden de iyi tanıdığıma inandığım, dünyada hiçbir şeye faydası olmayan ve olmasını istemeyen bir grup da var.

İlginçtir, bir şey açıklaştıkça kabul edilmesi zorlaşıyor. Önünüze her türlü delille konulan, gün gibi ortada olan ama nefsinizin doğrusunu kabul etmek istemediği şeyler çok daha zor kabulleniliyor. İsrail'in yayılmacı, kendinden başkasına yaşam hakkı tanımayan, sivillere, çocuklara, kadınlara da saldıran, Müslümanlar'a düşman olan ve sahip olduğu inanılmaz finansal kaynak ile Filistin'de katliam yapan bir topluluk olduğu gerçeği gibi. bir şey gün gibi ortada oldukça, kalpleriyle bakmayanların onu kabul etmeleri zorlaşıyor.

İsrail, gelirinin çoğunu Yahudi bankerlerden sağlıyorsa, hatrı sayılır bir çoğunluğunu da silah ticaretinden elde ediyor. Ancak, İsrail markası olan ve çılgın tüketim toplumunca hayatın vazgeçilmez bir gerekliliği olarak kabul edilen mallardan da iyi bir kazanç sağlıyor olmalı. 'Ben nescafeden vazgeçemem,' 'kolasız yaşayamam,' 'hamburgerim olmadan asla' diyenler Filistinli öldürülmüş çocuk resimlerine karşı duyarsızlar demek ki. Kabul etmek zor ama öyle demek ki. Aynı kişiler, 'Türkiye de daha iyisini üretseydi, biz de onu kullanırdık' derler. Aynı kişiler, 'İsrail'e aferim, gerçekten kaliteli bu mallar' derler. Ve aynı kişiler, 'Benim almamamla hiçbir şey değişmez' derler.


Allah, gönülleri kör etmesin. Yine söylenecek çok söz var.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Okul (Nasıl Geldik Bu Yaşa Kadar?)

Aynaya bakıyorum bazen, bakıp kalıyorum. Daha dün çocuktum. Çoğu insan gibi çocukluğumda kalmışım herhalde ben de. O en güzel ve asla geri gelmeyeceğini bildiğimiz zamanlarda. Çocukluk geçip de hayatın sarmalına girince bir kez, çıkmak, bir daha o dingin, o bir şekilde huzurlu, gelecekten kaygısız zamanları bulmak zor oluyor. Çok bilenler herhalde bu yüzden diyorlar 'içindeki çocuğu öldürme' diye.

Ne biliyim! Geçti işte bir şekilde. İlkokuldan başladım resmi bir topluluğun içinde bulunmaya. Kreşe, anaokuluna gitmedim. 1,5 yaşından beri sabahın 7'sinde sıcak yatağından kalkan yeğenime bu yüzden çok üzülüyorum belki de. Kabullenemiyorum o kadar küçük bir çocuğun hayatın soğuk ve resmi olan yüzüne atılmasını, nasıl olur böyle bir şey, nasıl normal sayılır diyorum.

Sonra ortaokula gittim. Hayatımı dönemlere ayıracak olsam ve hepsine bir renk verecek olsam, o dönemin rengi bulanık olurdu. Hiçbir kategoriye, karaktere girmeyen, ruhsuz ve anlamsız bir dönem işte. Garson boy olmanın dayanılmaz tuhaflığı! Ortaokulun sonunda yapılan anadolu lisesi sınavlarına 1 ay çalışarak girdim. Ve kazandım. 

Hep bir şeyleri beklemek sanki hayatımın cümlesiydi. Hep bir şey... Sanki bir mucize olacak ve kabuğumdan çıkacaktım. O beğenmediğim günlere sihirli bir değnek değecek ve her şeyi baştan ayağa değiştirecekti. Ve bir gün... 

Tabi ki bir şey olmadı. Hayatımda ilk kez dershaneye gittiğim ve büyük buhranlarla geçen lise son sınıfın sonucunda üniversiteyi kazandım. Mutluydum. Çok zordu, biraz dinlenmek istedim ve bilerek hazırlık sınıfı geçiş sınavını geçmedim. İyi ki de geçmemişim, güzel bir yabancı dil eğitimi vermişlerdi. 5 sene sonra mezundum. Mezuniyetimden tam bir sene sonra özel bir üniversiteye burslu yüksek lisans öğrencisi olarak kabul edilmiştim. bundan bir sene sonra çalışıyordum, o zamanlar istediğim, şu an ise varolduğuna şükrettiğim ancak değiştirmek istediğim işimde. Yüksek lisansı birincilikle bitirdim. Hep derdim ki, iyiyim ama hiç birinci değilim. Al işte birinci olmuştum. Sanırım ilk kez tam olarak gurur duydum kendimle. 

Bu yaşa kadar nasıl geldiğimi sorgulayacaktım ama hep okuldam bahsettim, değil mi? Bu yaşıma kadar hayatımı anlatmak için seçtiğim meseleler hayatımda en büyük zamanı alan şeyler. Hayatımda şimdiye kadar en büyük zamanı alan şey şu: Okul. 7 yaşında içine girip 20 seneni çalan bir mafya teşkilatı. Ve mafya teşkilatlarının geneli gibi sana çok şey vaadeder ama sonuçta kendinin özel değil herhangi biri olduğunu keşfettirir.

Okulu yazacağım...


21 Ağustos 2011 Pazar

İş Hayatı (Kadın)

günümüz dünyasının hem kadın hem de erkeklere kariyer, para, hırs diye diye pompaladığı iş hayatı tamamen zenginler daha zengin olsun diye ortaya atılan bir kandırmacadan ibaret (bana göre). kadınları da  iş hayatının zorlu ve entrika dolu, menffatçi yollarına çekmek için atılan 'daha çok çalış, hayatının kontrolünü eline al', 'çalışmıyorsan bir hiçsin', 'bak çalışan kadın ne kadar da güzel ne kadar da özgür' diye bilinçaltına yerleştirilen safsatalar ta-ma-men tüketim ekonomisinin çarklarının dönmesi ve zenginlerin ucuz işgücü bulmasına hizmet ediyor. neden mi? çünkü, emek arzı ne kadar fazla olursa emeğiniz de o kadar değersiz olur da ondan. ben günde 10 saat bu kadarcık paraya çalışamam dese herkes, işverenler kimi çalıştıracak? ayrıca, kadınların binlerce uyaranla sürekli güdülendiği daha güzel ol, daha ince ol, daha çok modaya uy saçmalıkları da tıkır tıkır işleyen bu ekonominin bir parçası. kadın akşama kadar çalışıyor, sonra parasını kuaförlerde, diyetisyenlerde, internet mağazalarında ya da normal mağazalarda harcıyor, bitiriyor. düzenin başını tutanlar daha ne ister ki?

takım elbiseleri içinde gayet seksi gayet alımlı, çekici görüntüler sergileyen özgür!, başarılı! genç insanların resimleri  iş dünyasına girmek isteyen herkesin aklını çeliyor. insan sanıyor ki çalışınca işte ben de bu olacağım. özgürlüğünün esnek çalışma saatleri ile elinden alınacağını, şehir hayatının stresi ve kirliliğinin saçını, cildini, sağlığını mahvedeciğini (bu yüzden ekstra bakımlara ihtiyaç duyacağını), yerinde oturarak iş yapmaktan sağlığının, ölçülerinin bozulacağını (bu yüzden diyetler yapması gerekeceğini) bilmiyor ki insan çalışmadan. tabi ki mecburen çalışacağız çünkü tek maaş yetebilecek gibi bir imkan da sağlanmıyor bize. çocuğumuza daha iyi bir gelecek sağlamak için uğraşacağız, uğraşırken maaşımızın 1/3'ini bakıcıya, kalanın bir kısmını yola, bir kısmını giyime... vereceğiz. bu düzen de arkamızdan ellerini ovuştura ovuştura sinsi sinsi gülecek.

bu arada ben kadının çalışmasına kesinlikle karşı değilim, çalışmayan kadın neleri çekmek zorunda kalabiliyor biliyoruz. benim karşı olduğum şey, bu düzen, saydığım her şey. ben kendi adıma biraz daha çalışıp, birikim yapıp kendi işimi yapmak istiyorum. gözüm yükseklerde değil benim, bana yetsin yeter. ama kimse istiyor diye saçma sapan işler yapmayım, kendi işimi yapayım, gerekirse alayım çocuğumu iş yerime götüreyim, içerideki odada uyutayım, bileyim ki yanımda. inşAllah çok şey istemiyorumdur.

16 Ağustos 2011 Salı

Ofis Sandalyesi (Kadın)

Dün iş yerim beni bir eğitime gönderdi. Bir hafta boyunca 9:00-16:00 saatleri arası sürecek ve gün sonunda erken çıkacağını bilmenin sevinciyle de mutluluk veren bir eğitim. Öğreticimiz sağolsun öğle arasını kısa tutarak eğitimi 15:30'da bitirmeyi başardı. Saat 16:00'da evimdeydim.

O kadar mutluydum ki o ilk anlarda. Tabi, başıma gelecekleri bilmiyordum. Düzenliyimdir. O yüzden evi toplamaya kısa bir süre ayırdım. Sonra, namaz kıldım. Kaç gündür iftarda şöyle sıcak ev yemekleri yapmıyorum diye çorba, fırında tavuk ve pilav yapmaya karar verdim. Kafamdan bir çorba uydurdum ve onu yaptım. Daha sonra toprak içindeki semizotlarını sirkeli suya koydum, onlar beklerken domates ve salatalıkları küçük küçük doğradım. Ardından semizotlarını tek tek yıkadım, doğradım ve kapaklı bir kapla karışımı dolaba kaldırdım. Bulaşık makinesinde düzgün bir şekilde yıkanmamış oldukları için elde yıkamak üzere tezgaha aldığım ve beni bekleyen dağ gibi bulaşıklara ve tencerelere giriştim. Mutfakta televizyonum olduğu için kendimi şanslı saydım ve 45 dakika süresince bu bulaşıkları yıkadım. İşim bittiğinde tezgahta 1 metrelik bir tencere-tabak yığını oluşmuştu. Sonra eşim geldi. Sipariş verdiğim tavuk göğsüyle beraber. Tavukları, içlerine ıspanak koyup saracağım için dövdürmesini rica etmiştim. Kasap tavuğun dövülmediğini söylemiş ve tavukları küçük, ince kesitler halinde kesmiş. Sinirlendim. Ama her zamanki kadar belli etmedim. Sadece, açıklamaya çalıştığında sözünü kestim ve "Lütfen" dedim, "Bir şey söyleme."

Ev idare etmek demek, ani kararlar alabilmek ve soğukkanlı olmak demektir. Aksi halde, tüm işler birbirine girer. Malzemelerimi bir sıra tavuk, bir sıra ıspanak şeklinde fırın kabına dizmeye karar verdim. Bunu da yaptığımda, artık 5 dakika oturabilir ve her gün yemek hazırlamaktan dolayı izleyemediğim, fakat çok sevdiğim 'Ramazan Sevinci' adlı programı izleyebilirdim. Evet, oturdum. Program henüzs başlamamıştı, izleyemedim. Ama oturdum en azından. Sonra pilav yapılacağı ve tavuğun fırına koyulacağı gerçekleriyle yüzleştim. Yayvan tencereme koyduğum tereyağı ocakta erirken, pirinçleri yıkadım, su kaynattım. Kaynayan suyu tencereye döktüm. Suyun içine pirinçleri attıktan sonra sofrayı kurmaya başladım. Sofra düzenine önem veririm. Ve sofraya oturduğumda mutfak içler acısı halde olmasın, temiz olsun isterim. Her ikisini de sağlarım. Sofrayı kurduğum gibi beşamel sos yapmaya başladım. Hemen tavuğun üzerine döktüm. Zaman geçiyordu. 'Kelkedir' denen kuru bir bitkiden yapılan, eve geldiğimde suyla ıslattığım ve Mısır'a özgü olan içeceği süzdüm, şekerle karıştırdım, buzdolabına koydum.

Pilavı kontrol ettim, pirinçler sertti. Pişmiş aşa su katılmasa da pirinçlere su ekledim. İftar vakti yavaş yavaş gelmekteydi. Çorbanın altını açtım. Isınırken, yine namaz kıldım. Salonda 10 dakika oturdum. Çorbaları koydum, pideyi getirdim, pilavı getirdim. Bu arada eşim mutfağa geldi ve 'Benim yapabileceğim bir şey var mı?' dedi. Ezan okundu ve oturduk.

Eve erken gelmenin sevinciyle coşkuyla geçirdiğim bu gün, akşam 22:00'da yorgunluktan uyumamla sona ermişti. Ama bugünün özeti buydu: Yapabileceği bir şey olup olmadığını soran ve su şişesini doldurmaktan başka bir iş bulamayan eşim ve ben arasındaki fark. İşte, kadın olmak, belki de çalışan kadın olmak buydu.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Ofis Sandalyesi (Giriş)

Oturuyorum bir ofis sandalyesinde ve bir ofis odasında. Yalnızım, hatta öylesine yalnızım ki o kansız, cansız arkadaşım Internet bile yok. Burada bulunduğum dokuz saat boyunca onla beraber olma fırsatım olacak ama işte bir saatlik yokluğunda bile boşluk hissediyorum. Kafamda çok şey var, uçlarından tutmaya çalışıyorum, zaptedemiyorum. Siyah bir fonda uçuşan renkli şekiller ve ortalarında oradan oraya koşturan birini düşünün.

Derken aklıma bir resim düşüyor: Bir sahnedeymişim ve şaşaalı salonun koltuklarında oturan binlerce kişi benim performansımı bekliyormuş. O bildik sessizlik, o bildik bordo kadife perdeler. Şık giyimli hanımlar ve tabi grand tuvalet beyler. Herkesin aklında bu kadar çok düşünce aynı anda beliriyor mu? Mesela, o bildik sahneyi anlatırken aslında öylesine büyük sahneleri sadece filmlerden bildiğimi, en büyüklerinden bir tiyatro salonunun kaç seyirci aldığını aslında bilmediğimi araya sıkıştırmak istiyorum. Sonra, şık giyimli hanımların üzerindeki taşlı, uzun tuvaletleri tarif etmek istiyorum. 

Ama ben sahnede değil, bir sandalyenin tepesindeyim. Ofis sandalyesi... Ofis, toplantı gibi sözcükler kulağa şık geliyor sanırım. Geliyor ki bu kadar çok kullanılıyor. Ama, ofis yerine iş yeri  demek daha insancıl ve sevimli bir hava yaratıyor bence. Esasında, bulunduğum yer de bir ofis değil zaten. Burası bir devlet dairesi (evet, her şey daire formunda ve hayır, örgü örülmüyor). Dışarıdan bakan insanların içerisinde ne yapıldığını en az bir kez akıllarından geçirdikleri yer. İçinde tam olarak bir şey yapılmayan ama tam olarak da boş durulmayan bir yer. Esasında, bazen işinizin olduğu, bazen olmadığı, bir kısmın çalışıp bir kısmın boş kaldığı bir oluşum. Çalışma düzeninde denge sağlanamayan bir düzen diyebiliriz. Kesin olan şey, bir paragrafta anlatılabilecek bir şey olmadığı.

Özel sektörde çalıştım, devlette de. Kendi işimse hiç olmadı. Ancak, iş hayatı için şöyle bir formül geliştirdim kendimce: özel sektörde çalışmak < kamuda çalışmak < kendi işinin sahibi olmak. Buna türlü türlü itirazlar gelebilir; özel sektörü savunanlar, kendi işinde çalışmanın zorluklarını bilmiyorsun diyenler, oturduğun yerden konuşması kolay diyenler de olabilir. Yaptığım kıyaslamanın tamamen insani koşulların en önemlisi olan insanın özgürlüğünü gözeterek yapıldığını söylemeliyim. Bu konuya geleceğim.
Yukarıdaki resimde başarılı ve kendiyle barışık görünen bir grup genç insan var. Ve bu resmi gösterdiğiniz kişilerin çoğunluğu, resmin iş hayatını temsil ettiğini anlayacaktır herhalde. Kalıplaşmış bir görüntü, beyinlerimize kazınmış mutlu, başarılı, genç insanlar. Bizim hep yaptığımız şey resme bakmak. O zaman artık yapmadığımız bir şeyler yapalım ve resmin arkasına bakalım...

(devam edecek)



9 Ağustos 2011 Salı

Neredesiniz?

"ya dışındasındır çemberin
ya da içinde yer alacaksın..."
                                    Yeni Türkü

Sorunlarla karşılaştığımızda neden böyle oldu ya da neden ben soruları geliyor aklımıza hemen. Ama tersten de bakmak lazım. Bir şeyin içinden çıkamayınca bir de tersinden bakmak lazım: Neden böyle olmasın ki? Mesela, kabinde kıyafet denerken birden akla düşen ve orda bulunduğunuz süre boyunca pek de akıldan çıkmaya niyeti olmayan 'Ben neden bu kadar kiloluyum?' sorusuna bir de tersten bakmak lazım. 'Sürekli ağır yemekler yiyorum, oturduğum yerden kendimi kaldırmayı da sevmiyorum, e o zaman ben neden kilo almayım ki?' diyebilmek lazım.

Zeka küpü oyuncağını bilmeyen yoktur herhalde. Her yüzü küçük, renkli karelerle bölünmüş, hareketli bir küpten ibarettir bu oyuncak. Oyuncakçıdan aldığınız o ilk halinde her yüzünde sadece bir renk vardır. Sonra siz bu küpü çevirmeye, renkleri birbiriyle karıştırmaya başlarsınız. Artık amaç, küpü eski haline getirmektir. Bu kadar basit! Ama o kadar da basit değil işte. Adına zeka küpü dedirten şey de bu zorluk zaten. 
Uzun uzun anlattıran şey bana bu oyuncağı, hayatımızın bir aynası olması. Evet! Bizlerin hayatı da o küpü çözmeye çalışmakla geçiyor. Kendi düzeni içerisinde sorunsuz işleyen dünyaya olmayacak şeyler yapıyoruz, ruhlarımıza kendi kendimize zarar veriyoruz ve sonra sorunlarla boğuşuyoruz. Sorunlardan başımızı kaldırıp da hayatı yaşayamıyoruz ve yaşatamıyoruz ki! Yaşayabilen var mı?

Asıl soru şu: Kendim miyim? Kendimde miyim? Tüm cevaplar birbirine bağlı, aynı tüm soruların bağlı olduğu gibi. Cevabı yavaş yavaş vermeye çalışacağım. Günlük, küçük dertler değil benim bahsettiğim. Şemsiyeniz yokken yağmur yağması ya da en sevdiğiniz şekerlemenin süpermarkette kalmamış olması değil. Çok daha büyük ve birbirine bağlı dertler, o içinde boğanlar. Yavaş yavaş anlatacağım...

Not: Vurgulu yazıda bulunan örnekler konuyla ilgili geldi değil mi? Yani, anormal olan bir şey yok. Bir sır vereyim: anormal olan bir şey var. Bu örnekler sadece dünyanın refah seviyesi yüksek bir kısmının günlük hayatında yaşayabileceği türden sorunlar. Oysa, günlük yaşamının bir parçası olarak sele kapılan Endonezya'da şemsiyesiz dışarı çıkmak bir sorun oluşturmayabilir. Açlıkla boğuşan Afrika ve şeker örneğini ise size bırakıyorum. Devam edeceğim...













Merhaba

Hayat, herkes için bildiklerinden ibaret. Kimisi için küçücük bir köy, kimi içinse dünyanın tamamından ibaret. Kimi ummanlar buluyor içinde, kimiyse daracık düşüncelerin esaretinde yaşıyor hayatını. Büyük ya da küçük, uzun ya da kısa her birimiz dünyaya geliyoruz, burada duruyoruz ve sonra gidiyoruz. Biz, içimizdeki ruh neyse oyuz.

Ben de dünyaya geldiğimden beri izliyorum, anlam vermeye çalışıyorum. Parçaları birleştiriyorum. Bazı anlarda, şimdiye kadar düşündüğüm her şey doğruymuş derken, bazı anlarda da bu olanın anlamı ne diyorum. Ama ne dersem diyeyim, ben kendimi bildim bileli arıyorum, arıyorum, arıyorum.

Varılacak bir yer değil de bir seyahatmiş gibi yaşıyorum. Bir hedefe ulaşınca daha fazlasını istiyorum. Yetmiyor, yetmiyorsun diyorum. Belki ben fazla dışa vuruyorum ama biliyorum ki herkes arıyor. Şimdi, ben bulduklarımı ve aradıklarımı paylaşmak, biraz içimi dökmek istiyorum.

Merhaba...